- Katılım
- 25 Şub 2024
- Konular
- 121
- Mesajlar
- 121
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 6
- Points
- 605
MMO CITY Oyun & Bilgi Paylaşım Platformu.
Herkese selam sevgili Atarita okurları, bu yazı tamamen şahsi düşüncelerim ile bezenmiş ve kişisel duygularımın beni ele geçirdiği bir yazı olacak. Asla ama asla Metacritic puanına, Steam incelemelerine veya herhangi başka bir materyale başvurmuyorum. Aklımda ve dilimde neyse sizlere onu aktarmaya geldim. The Witcher 1 neden bu kadar iyi?
Öncelikle biraz Witcher 1 ve arkasındaki hikayeden bahsedelim dostlar. Bildiğiniz üzere oyunun arkasındaki firma CD Projekt grubu. Aslında bu şirket, oyun yapmaktan çok yerelleştirme konusunda uzmandı. İngilizce’den Lehçe’ye çeviriler yapıyor ve ülkelerine sevilen oyunları yerelleştirmek için kolları sıvıyordu.
Allayıp pullayıp Polonya’da piyasaya sürdüğü oyun 50.000’e yakın sattı
O dönemler gayet toy olan ekip, yerelleştirmek için yeni bir projeye sahip oluyor. Baldur’s Gate. Ancak bir sorun vardı, o dönem Polonya’da orijinal oyun almak pek popüler bir durum değildi. Yani korsan oyunculuk üst seviyedeydi ve bu yüzden Baldur’s Gate’in yeterince satılıp satılmayacağı bilinmiyordu. Elbette bu serüven firma için muhteşem geçti. Allayıp pullayıp Polonya’da piyasaya sürdüğü oyun 50.000’e yakın sattı ve firmayı resmen devler ligine sokmayı başardı. Tabii iş böyle kalmıyor, artık yerelleştirme ve seslendirme bizi kesmiyor diyen firma, kolları sıvayıp oyun yapma işine girişiyor. Ekibin hayranlık duyduğu tek ortak şey ise Andrzej Sapkowski tarafından yazılan The Witcher öyküleriydi. Bu öyküler, Polonya içerisinde çok popülerdi. Ekibin ilk ilham kaynağı olmayı da başardı aslında.
Oyun aslında Geralt’ın üzerine değil de, bir diğer Witcher olan Berengar’ın üzerine kuruluyordu. Ayrıca oyunun üzerine inşa edildiği motor da pek ihtişamlı sayılmazdı. Yukarıda dedik ya, çok toy olan bu ekip, aslında hiç bilmedikleri bir sektöre bodozlama girmiş gibiydiler. Nitekim Neverwinter Nights oyununda kullanılan Aurora Engine motoruna sahip olmalarından sonra geliştirmeler de son sürat hızlanmıştı. Bu süreç içerisinde Berengar karakterini bir kenara atıp, kitaplardan da aşina olduğumuz Geralt’ı oyunun merkezine oturttular.
Gel zaman git zaman, çeşitli zorluklara göğüs geren bu firma, seneler 2007’yi gösterdiğinde ilk oyunlarını piyasaya sürdü; The Witcher. Ve ben o an, aşık oldum.
E3 2004 – CD Projekt Red’in tanıtım stantı
Yazının buradan sonrası tamamen kendi kişisel düşünce ve duygularımı içeriyor. Yani oyun kimden nasıl bir eleştiri almış veya diğer merciler oyun hakkında nasıl bir görüş belirtmiş, buna bakmıyoruz. Burada sadece bana bakıyoruz…
The Witcher ile ilk yüzleşmem 2009 yılına dayanıyor. O dönemler Steam’in ülkemizde yeni yeni aktif olmasıyla birlikte ben de bir hesap oluşturmuş ancak kullanmayı çok beceremediğimden ne bir oyun satın alabilmiş, nede oynayabilmiştim. Hatta o hesabın şifresini unuttum gitti bile. İşte o dönemlerde (korsan oyunculuğun popüler olduğu) oyunu bilgisayarıma indirmiş ve hiçbir şey anlamadan geri silmiştim. Hem küçüktüm hem de İngilizcem çok zayıftı. Ayrıca bilgisayarım böyle bir oyunu kaldırmak için çok yetersizdi. Bu yüzden içimde bir ukde olarak kalmıştı ancak bir gün mutlaka döneceğime yemin etmiştim.
The Witcher 1
Yavaş yavaş lise sıralarına doğru adım atmamla birlikte artık kendimi daha havalı hissediyor ve birtakım eşyalara sahip olmam gerektiğini düşünüyordum. Mesela cep telefonu gibi. iPhone 4’lerin yeni çıktığı o dönemler tuşlu telefonum ile oyun oynamak bana yetmemeye başlamıştı. Bu sebeple kendi paramı biriktirerek bir bilgisayar aldım ve ilk yüklediğim oyun The Witcher oldu. İngilizcem halen el vermiyordu ancak konuyu anlamadan ve bilmeden oynamak bile bana büyük bir haz veriyordu. Geralt’ın keskin yapısı, görev çeşitliliği, farklı bir evren ve o zamana göre bana muhteşem gözüken grafikler. Hepsi beni cezbetmeyi başarıyordu. Ancak oyunu bitirdim mi yoksa yarıda mı bıraktım inanın hatırlamıyorum. Üzerinden çok zaman geçti.
Lisenin ortalarında artık para vererek oyun alma sistemini yeni yeni kavramaya başlamıştım. Steam hesabı oluşturmuştum ve oraya birbirinden güzel oyunlar diziyordum. Elbette bunların içerisinde The Witcher’da vardı. Gel zaman git zaman, artık İngilizcem yerine oturmuş ve oyun kültürüne yavaş yavaş hakim olmaya başlamıştım. O dönemler The Witcher 2 çıkalı 2 sene falan oluyordu hatta. Tekrar oturdum ilk oyunun başına ve tekrar aşık oldum.
Aslında bu sorunun cevabı biraz yukarıda yatıyor diyebiliriz. Kendisi nostaljik oyunlarımdan birisi olduğu için benim nezdimde değeri çok büyük. Ancak sizlerin de katılabileceği gibi bazı ortak noktalarımız da oluşacaktır. Mesela oyunun hikayesi.
Bu oyunun atmosferi başka bir yerde yok!
Açıkçası The Witcher üçlemesinde hikayesini en cazip bulduğum oyun ilk oyundur. Hatta bana göre senaryosu, Wild Hunt’dan bile çok daha iyi bir konumda. Geralt’ın çaresizlik hissiyatı, sağa sola savrularak arayışa geçmesi ve karşısına çıkan karakterler ile olan geçmişe dönük diyalogları kişiyi oyuna hapsetmeyi başarıyor bence. Aynı zamanda oyunun atmosferi de çok ama çok iyi. Kasvetli bir hava, sis inmiş lokasyonlar, bataklığın verdiği ürpertici sessizlik veya şehrin geç saatlerinde yaşanan tekinsizlik duygusu. Bunlar oyuna çok ama çok iyi yedirilmişti. Açıkçası ben üçlemedeki diğer oyunların hiçbirinde bu hissiyatı alamadım. Tamam, Witcher 3 muhteşem bir oyun ama, bana göre ilk oyunun gerisinde kalıyor dostlar.
“Şimdi bu yazıyı okuyan sizlerden bazı dostlarım “Sen nasıl Witcher 3’e laf edersin!” gibi çıkışmalar yapabilir. Ben The Witcher 3’e laf atmıyorum aslında. Sadece serideki en iyi oyunun bana göre ilk oyun olduğunu vurguluyorum. Yaşı benden daha genç olan ve video oyunlarına 2015 veya sonrasında başlamış kişiler bu dediklerimi yaşamadan pek anlamayabilirler.“
Şimdi ise katılmayacağınız bir noktaya parmak basıyorum, oyunun mekanikleri. Ben bu tür sıra tabanlıya meyilli olan aksiyon oyunlarını çok seviyorum. Bir örneğini Dragon Age serisinde de görme şansına erişmiştik. Doğru kombolar yapılarak verilen büyük hasarların tatminini diğer oyunlarda alamıyorum. Tabii ki gerçek zamanlı bir işleyiş oyuna çok daha fazla akıcılık katacaktır ancak The Witcher 1 akıcılıktan çok uzak ancak odağınızı vermeniz gereken bir yapım diyebiliriz. Çünkü kılıcı doğru savurmak, doğru anda kombo gerçekleştirmek gibi durumlar söz konusu olduğu zaman kendinizi oyunun içerisine çok daha rahat bir şekilde kaptırabiliyorsunuz. En azından bu benim için öyle. Hatta ikinci oyunda bu sistemi benimsememeleri beni çok üzmüş ve kendimi bir türlü oraya adapte edememiştim.
Dövüş mekanikleri çoğu oyuncu için pek zor geliyor, bunu kabul ediyorum. Ancak bu durumu oyunun ilk 2 saatini oynayarak anlamanız mümkün değil dostlar. Kötü yorum yapan veya inceleme yazanların çoğu, oyunun mekaniklerinin çok zor olduğunu vurguluyor ancak oynama saatine baktığımız zaman orada “0.9 saat” gibi ibareler görüyoruz. Yapmayın bence bunu. Hele ki sağdan soldan duyarak ve bu oyuna bir şans vermeyerek çok büyük bir kayıp yaşıyorsunuz. Çünkü bu oyundaki hikaye gerçekten çok iyi ve başından kalkmak istemiyor insan.
The Witcher serisinin klasikleşmiş kurt okulu sembolünü dövme yaptıracak kadar çılgınım! Ancak dikkatli bakarsanız, bu dövme Witcher 3 ile birlikte klasik hale gelen kurt sembolü değil. İlk oyundaki kurt sembolüdür
Kendi kendime koleksiyon yapıyorum fakat rafımdaki en güzel bölüm burası. Kurt madalyonunun dövmeye ne kadar benzer olduğunu fark ettiniz mi? Evet, yine ilk oyuna ait
Uzun lafı kısası dostlar, The Witcher 1 benim için oldukça özel bir oyun. Hikayesiyle bir numara gördüğümü bir kenara bırakacak olursam, atmosferiyle de gönlümde taht kurmayı başarmıştır. Mekaniklerini sevmemin nedeni, beni oyunun içine hapsedecek düzeyde odak gerektirmesinden yola çıktığını da bir kez daha vurgulamak istiyorum. Sevin veya sevmeyin, ama bu oyuna bir kere şans verin sevgili okurlar. The Witcher 1, nezdinizde her ne kadar kötü bir mekaniğe sahip olursa olsun, denenmeye değecek bir sanat eseridir benim gözümde. Eğer günümüzde bir puan verecek olsaydım bu kesinlikle 98/100 olurdu. Belki o dönemin gerisinde kalan bir oyun olabilirdi ancak çoğu yapımın başaramadığı “darkest” atmosferi ve senaryo cazipliğini vermeyi başarıyordu.
Herkese selam sevgili Atarita okurları, bu yazı tamamen şahsi düşüncelerim ile bezenmiş ve kişisel duygularımın beni ele geçirdiği bir yazı olacak. Asla ama asla Metacritic puanına, Steam incelemelerine veya herhangi başka bir materyale başvurmuyorum. Aklımda ve dilimde neyse sizlere onu aktarmaya geldim. The Witcher 1 neden bu kadar iyi?
İçindekiler
- The Witcher 1 geliştirme süreci ağlatan cinsten
- The Witcher 1 ile yaz gününde buz gibi, sekizle dokuz gibi
- Witcher 1 bana göre neden bu kadar iyi?
The Witcher 1 geliştirme süreci ağlatan cinsten
Öncelikle biraz Witcher 1 ve arkasındaki hikayeden bahsedelim dostlar. Bildiğiniz üzere oyunun arkasındaki firma CD Projekt grubu. Aslında bu şirket, oyun yapmaktan çok yerelleştirme konusunda uzmandı. İngilizce’den Lehçe’ye çeviriler yapıyor ve ülkelerine sevilen oyunları yerelleştirmek için kolları sıvıyordu.
Allayıp pullayıp Polonya’da piyasaya sürdüğü oyun 50.000’e yakın sattı
O dönemler gayet toy olan ekip, yerelleştirmek için yeni bir projeye sahip oluyor. Baldur’s Gate. Ancak bir sorun vardı, o dönem Polonya’da orijinal oyun almak pek popüler bir durum değildi. Yani korsan oyunculuk üst seviyedeydi ve bu yüzden Baldur’s Gate’in yeterince satılıp satılmayacağı bilinmiyordu. Elbette bu serüven firma için muhteşem geçti. Allayıp pullayıp Polonya’da piyasaya sürdüğü oyun 50.000’e yakın sattı ve firmayı resmen devler ligine sokmayı başardı. Tabii iş böyle kalmıyor, artık yerelleştirme ve seslendirme bizi kesmiyor diyen firma, kolları sıvayıp oyun yapma işine girişiyor. Ekibin hayranlık duyduğu tek ortak şey ise Andrzej Sapkowski tarafından yazılan The Witcher öyküleriydi. Bu öyküler, Polonya içerisinde çok popülerdi. Ekibin ilk ilham kaynağı olmayı da başardı aslında.
Oyun aslında Geralt’ın üzerine değil de, bir diğer Witcher olan Berengar’ın üzerine kuruluyordu. Ayrıca oyunun üzerine inşa edildiği motor da pek ihtişamlı sayılmazdı. Yukarıda dedik ya, çok toy olan bu ekip, aslında hiç bilmedikleri bir sektöre bodozlama girmiş gibiydiler. Nitekim Neverwinter Nights oyununda kullanılan Aurora Engine motoruna sahip olmalarından sonra geliştirmeler de son sürat hızlanmıştı. Bu süreç içerisinde Berengar karakterini bir kenara atıp, kitaplardan da aşina olduğumuz Geralt’ı oyunun merkezine oturttular.
Gel zaman git zaman, çeşitli zorluklara göğüs geren bu firma, seneler 2007’yi gösterdiğinde ilk oyunlarını piyasaya sürdü; The Witcher. Ve ben o an, aşık oldum.
E3 2004 – CD Projekt Red’in tanıtım stantı
The Witcher 1 ile yaz gününde buz gibi, sekizle dokuz gibi
Yazının buradan sonrası tamamen kendi kişisel düşünce ve duygularımı içeriyor. Yani oyun kimden nasıl bir eleştiri almış veya diğer merciler oyun hakkında nasıl bir görüş belirtmiş, buna bakmıyoruz. Burada sadece bana bakıyoruz…
The Witcher ile ilk yüzleşmem 2009 yılına dayanıyor. O dönemler Steam’in ülkemizde yeni yeni aktif olmasıyla birlikte ben de bir hesap oluşturmuş ancak kullanmayı çok beceremediğimden ne bir oyun satın alabilmiş, nede oynayabilmiştim. Hatta o hesabın şifresini unuttum gitti bile. İşte o dönemlerde (korsan oyunculuğun popüler olduğu) oyunu bilgisayarıma indirmiş ve hiçbir şey anlamadan geri silmiştim. Hem küçüktüm hem de İngilizcem çok zayıftı. Ayrıca bilgisayarım böyle bir oyunu kaldırmak için çok yetersizdi. Bu yüzden içimde bir ukde olarak kalmıştı ancak bir gün mutlaka döneceğime yemin etmiştim.
The Witcher 1
Yavaş yavaş lise sıralarına doğru adım atmamla birlikte artık kendimi daha havalı hissediyor ve birtakım eşyalara sahip olmam gerektiğini düşünüyordum. Mesela cep telefonu gibi. iPhone 4’lerin yeni çıktığı o dönemler tuşlu telefonum ile oyun oynamak bana yetmemeye başlamıştı. Bu sebeple kendi paramı biriktirerek bir bilgisayar aldım ve ilk yüklediğim oyun The Witcher oldu. İngilizcem halen el vermiyordu ancak konuyu anlamadan ve bilmeden oynamak bile bana büyük bir haz veriyordu. Geralt’ın keskin yapısı, görev çeşitliliği, farklı bir evren ve o zamana göre bana muhteşem gözüken grafikler. Hepsi beni cezbetmeyi başarıyordu. Ancak oyunu bitirdim mi yoksa yarıda mı bıraktım inanın hatırlamıyorum. Üzerinden çok zaman geçti.
Lisenin ortalarında artık para vererek oyun alma sistemini yeni yeni kavramaya başlamıştım. Steam hesabı oluşturmuştum ve oraya birbirinden güzel oyunlar diziyordum. Elbette bunların içerisinde The Witcher’da vardı. Gel zaman git zaman, artık İngilizcem yerine oturmuş ve oyun kültürüne yavaş yavaş hakim olmaya başlamıştım. O dönemler The Witcher 2 çıkalı 2 sene falan oluyordu hatta. Tekrar oturdum ilk oyunun başına ve tekrar aşık oldum.
Witcher 1 bana göre neden bu kadar iyi?
Aslında bu sorunun cevabı biraz yukarıda yatıyor diyebiliriz. Kendisi nostaljik oyunlarımdan birisi olduğu için benim nezdimde değeri çok büyük. Ancak sizlerin de katılabileceği gibi bazı ortak noktalarımız da oluşacaktır. Mesela oyunun hikayesi.
Bu oyunun atmosferi başka bir yerde yok!
Açıkçası The Witcher üçlemesinde hikayesini en cazip bulduğum oyun ilk oyundur. Hatta bana göre senaryosu, Wild Hunt’dan bile çok daha iyi bir konumda. Geralt’ın çaresizlik hissiyatı, sağa sola savrularak arayışa geçmesi ve karşısına çıkan karakterler ile olan geçmişe dönük diyalogları kişiyi oyuna hapsetmeyi başarıyor bence. Aynı zamanda oyunun atmosferi de çok ama çok iyi. Kasvetli bir hava, sis inmiş lokasyonlar, bataklığın verdiği ürpertici sessizlik veya şehrin geç saatlerinde yaşanan tekinsizlik duygusu. Bunlar oyuna çok ama çok iyi yedirilmişti. Açıkçası ben üçlemedeki diğer oyunların hiçbirinde bu hissiyatı alamadım. Tamam, Witcher 3 muhteşem bir oyun ama, bana göre ilk oyunun gerisinde kalıyor dostlar.
“Şimdi bu yazıyı okuyan sizlerden bazı dostlarım “Sen nasıl Witcher 3’e laf edersin!” gibi çıkışmalar yapabilir. Ben The Witcher 3’e laf atmıyorum aslında. Sadece serideki en iyi oyunun bana göre ilk oyun olduğunu vurguluyorum. Yaşı benden daha genç olan ve video oyunlarına 2015 veya sonrasında başlamış kişiler bu dediklerimi yaşamadan pek anlamayabilirler.“
Şimdi ise katılmayacağınız bir noktaya parmak basıyorum, oyunun mekanikleri. Ben bu tür sıra tabanlıya meyilli olan aksiyon oyunlarını çok seviyorum. Bir örneğini Dragon Age serisinde de görme şansına erişmiştik. Doğru kombolar yapılarak verilen büyük hasarların tatminini diğer oyunlarda alamıyorum. Tabii ki gerçek zamanlı bir işleyiş oyuna çok daha fazla akıcılık katacaktır ancak The Witcher 1 akıcılıktan çok uzak ancak odağınızı vermeniz gereken bir yapım diyebiliriz. Çünkü kılıcı doğru savurmak, doğru anda kombo gerçekleştirmek gibi durumlar söz konusu olduğu zaman kendinizi oyunun içerisine çok daha rahat bir şekilde kaptırabiliyorsunuz. En azından bu benim için öyle. Hatta ikinci oyunda bu sistemi benimsememeleri beni çok üzmüş ve kendimi bir türlü oraya adapte edememiştim.
Dövüş mekanikleri çoğu oyuncu için pek zor geliyor, bunu kabul ediyorum. Ancak bu durumu oyunun ilk 2 saatini oynayarak anlamanız mümkün değil dostlar. Kötü yorum yapan veya inceleme yazanların çoğu, oyunun mekaniklerinin çok zor olduğunu vurguluyor ancak oynama saatine baktığımız zaman orada “0.9 saat” gibi ibareler görüyoruz. Yapmayın bence bunu. Hele ki sağdan soldan duyarak ve bu oyuna bir şans vermeyerek çok büyük bir kayıp yaşıyorsunuz. Çünkü bu oyundaki hikaye gerçekten çok iyi ve başından kalkmak istemiyor insan.
The Witcher serisinin klasikleşmiş kurt okulu sembolünü dövme yaptıracak kadar çılgınım! Ancak dikkatli bakarsanız, bu dövme Witcher 3 ile birlikte klasik hale gelen kurt sembolü değil. İlk oyundaki kurt sembolüdür
Kendi kendime koleksiyon yapıyorum fakat rafımdaki en güzel bölüm burası. Kurt madalyonunun dövmeye ne kadar benzer olduğunu fark ettiniz mi? Evet, yine ilk oyuna ait
Uzun lafı kısası dostlar, The Witcher 1 benim için oldukça özel bir oyun. Hikayesiyle bir numara gördüğümü bir kenara bırakacak olursam, atmosferiyle de gönlümde taht kurmayı başarmıştır. Mekaniklerini sevmemin nedeni, beni oyunun içine hapsedecek düzeyde odak gerektirmesinden yola çıktığını da bir kez daha vurgulamak istiyorum. Sevin veya sevmeyin, ama bu oyuna bir kere şans verin sevgili okurlar. The Witcher 1, nezdinizde her ne kadar kötü bir mekaniğe sahip olursa olsun, denenmeye değecek bir sanat eseridir benim gözümde. Eğer günümüzde bir puan verecek olsaydım bu kesinlikle 98/100 olurdu. Belki o dönemin gerisinde kalan bir oyun olabilirdi ancak çoğu yapımın başaramadığı “darkest” atmosferi ve senaryo cazipliğini vermeyi başarıyordu.